TIBBİLEŞMENİN VE BİYOTIBBIN TARİHİ SERÜVENİ | Bilimya

Old medicine

Salgın hastalıklarının artması hasebiyle insanlık tarihinde bir değişim ve dönüşüm hareketlerinin peyderpey ilerlediğini ve bu ilerlemenin sosyal, ekonomik, demografik vb. birçok unsurun etkili olduğunu görmekteyiz. Bu yazımızda da tıbbileşmenin insanlık tarihine ne denli etkili olduğundan bahsedeceğiz.

Rönesans öncesi ve sonrası aslında insanlar salgınlara karşı belirli önlemleri kendi çaplarında almaya çalışıyorlardı fakat bu önlemler yeteri kadar etkili ve uzun ömürlü olmuyordu. Uzun duvarlı surlar ve kaleler içinde hastalıktan korunmaya çalışıyorlardı. Rahip, şifacı kadınlar, kahinler ve aktarlardan şifa bulmayı umut ediyorlardı. Bu dönemde kilisenin insanları hastalığı bahane ederek dini yönden sömürdüğünü görmekteyiz. Bir süre sonra zaten tıbbın uzmanlaşmasıyla birlikte sekülerleşmesinin de temelleri atılacaktır. Aslında bu temeller Rönesans sonrası daha etkili olmuştur. Felsefi anlamda tıbba yönelen düşünürlerin insanlık ve tıp tarihine büyük katkılarını görmekteyiz. Daha da ilerleyecek olan tıbbın en büyük devrimini teşrih ile gerçekleştiğini göreceğiz çünkü o zamana kadar insan bedeni her din ve toplum için kutsal kabul edilmekteydi. Bu kutsallığın tıbbın gelişmesine de engel olduğunu Reform ve Rönesans öncesi görüyorduk. Ama artık zaman ilerledikçe ve kilisenin dogmatik kuralları yıkıldıkça tıp da gelişti ve dönüştü.

Hastaneler ilk zamanlarda zenginlerin (burjuva) hastalıktan korunmak maksadıyla yoksul, kimsesiz, evsizlere yapmış oldukları bir hayır kurumuyken daha sonraları bu durum küresel çapta tüm dünya ülke liderlerini ilgilendiren bir kamu sorunu haline gelecek ve ülkeler kamu sağlığı bağlamında artık tekelden ve bir sosyal sorumluluktan ziyade kamu sorunu olacak ve tıp alanında yeni düzenlemeler gelecektir.

“On sekizinci yüzyılda Britanya’da yoksullara yeni hastaneler yapıldı. Kraliyet ve Parlamento bu hastanelerin yapılışında hiçbir rol oynamadı; bu yapıların inşasını örgütleme gayreti ve gerekli paralar büyük oranda zenginlerin hayırseverlik dürtüsüyle sağlanmıştı. Bu hizmetten ilk olarak başkent yararlandı.” (Roy Porter, s.142.)

“Genel hastanelerin tamamlayıcısı olarak uzmanlık hastaneleri de kurulmuştu. Özel olarak zührevi hastalıklar konusunda hizmet veren Londra’daki Lock Hastanesi 1746’da açıldı. Yeni açılan bir başka uzmanlık hastanesi de doğum hastanesiydi. Londra’daki ilk uzmanlık hastaneleri on sekizinci yüzyılın ortalarında kuruldu. Bunlardan bazıları evlenmemiş anne adaylarını kabul ediyor ve tıp öğrencilerine eğitim ve pratik imkânı sağlıyordu.” (Porter, s. 142.)

“On sekizinci yüzyılda gelişimini ivmelenerek sürdüren kurumlardan biri de daha sonra akıl hastanesi adını alacak olan tımarhanelerdi. Birçok ulusta kamusal ve özel, dini ve seküler, hayırsever ve kâr amacı güden akıl hastaneleri bulunuyordu.” (Porter, s. 142.) Kişisel anlamda hayırseverlik işine girişen hastanelerin birçoğunun ruhsal sorunları olan hastalara zorbalık ettiğini de söyleyebiliriz. Hastalara hiç olmadık türlü şiddet uygulamaları vardır.

“Delilik illa tedavi edilemez bir durum olarak görülmezdi. Aslında, Richard Napier’in uzmanlığına başvurmak için akın akın gelen zihinsel sorunlu ve duygusal sorunlu hastaların sayısı, deliliğin iyileştirilebileceğine dair genel bir algının var olduğunu doğruluyor. Deliliğin tedavisi pek çok biçime bürünebiliyordu. Fiziki tedavi, hastalığın fiziksel sebebi olduğuna inanılan şeyleri etkisiz hale getirmek amacıyla bağırsakları boşaltmaktan, kusturmaktan ve kan aldırmaktan oluşuyordu. Kötü cinleri uzaklaştırmak için cin çıkarma ayinleri de yapılabiliyordu. Deliliğin “mantıksızlık ve çarpık bir iradeyle ilişkili olduğunu” söyleyen düşüncenin genel hâkimiyet kurmasıyla birlikte, XVI.yüzyıla kıyasla XVII.yüzyılda deliliğin tedavi edilebileceğine duyulan güven azaldı ve delileri toplumdaki öteki zorba unsurlarla birlikte deliğe kapatma isteği yükseldi.” (Lindemann, s. 230-231.)

“Kâr amaçlı tımarhaneler muhtemelen en fazla İngiltere’de olsa da bunu, İngiltere’ye mahsus bir kurum sayamayız. Yüzyılın sonuna yaklaşırken, Fransa’nın başkentinde en az on sekiz tane bulunuyordu. Paris’tekilerin hepsi küçüktü, ama oldukça iyi ve insanca yönetildikleri belli oluyordu. Şahsa özel tımarhanelerin bol bulunduğu İngiltere’de suistimallerin sicili de çarpıcı boyuttaydı. Kişisel özgürlüklerin ihlali, ayrıca fiziksel işkence ve insanlık dışı koşullar, en sık dillendirilen şikayetler arasındaydı. 1774’te Parlamento, Özel Deli Evleri Yönetmeliği’ne dair yasayı geçirene dek, deli olduğuna hükmedilenler, maruz kaldıkları aşırı zalimlikten ya da yanlış bir şekilde kapatılmaktan korunamıyordu.” (Mary Lindemann, s.232-233.)

“Askeri hastaneleri ilk kuran devletler aynı zamanda ilk daimi orduları meydana getiren devletlerdi; aslında bu iki gelişme kol kola ilerlemiştir. Birlikleri için düzenli tıbbi bakımı yürürlüğe sokan ilk devletler arasında Fransa, İspanya, bazı Alman devletleri vardı. Devlet işlerini merkezileştirmeyi geciktirip daimi ordulara nispeten geç bir tarihte geçen İngiltere ve Birleşik Eyaletler [Flemenk Cumhuriyeti] gibi ülkeler, etkin bir askeri tıp sistemi örgütlemekte de geri kalmıştır.” (Lindemann, s.226)

“Foucault, “beden, biopolitik bir gerçekliktir; tıp, biopolitik bir stratejidir” (Murat Arpacı, s. 82.) “Biyotarih kavramı ile Foucault, tıbbın toplumsal tarihine dair yaptığı araştırmanın bizatihi kendisini nitelendirir. Bir çalışma alanı olarak biyotarih, 18.yüzyıldan başlayarak biyolojik düzeyde tıbbi müdahalenin insan tarihi üzerinde bıraktığı izi; tıbbileştirme, 18.yüzyıldan başlayarak insan varlığı, insan davranışları ve insan bedeninin, giderek daha fazla genel bir tıp ağının parçası haline gelmesini; sağlığın ekonomisi ise sağlıktaki gelişmelerin kapitalist ekonomiyle bütünleşmesini, sağlık hizmetlerini ve sağlık harcamalarını ifade eder.” (Arpacı, s.84.) Yazımızın başında da belirtmiş olduğumuz gibi devletlerin artık tıbbi sektörünü tekelden çıkarıp küresel çapta yatırımlar yaptığını ve modern tıbbın temellerinin atıldığı bir yeni dünya tıbbının geliştiğini, hastanenin hasta, doktor, cerrah, hemşire, hasta bakıcı ve farmakolojinin de bu alanda şekillendiğini görmekteyiz.

“Toplumsal alanın her noktasına giden hekimlerin görevi sadece hastaları tedavi etmek değildir. Bu hekimlerden, öncelikle “doğum ve ölüm kütükleri sayesinde istatiksel bir sağlık kontrolü yapılması istenir.” Hekimlerin tuttuğu bu kayıtlarda hastalıklar, yaşam tarzları ve ölüm nedenleriyle ilgili olarak notlar bulunması talep edilir ve böylece hekimlerin “patolojinin nüfus dairesi haline” gelmeleri sağlanır. Hekimlerden üçüncü beklenti ise tıbbi bilgiyi yaygınlaştırmalarıdır. Her insanın yeteri kadar sağlık anlamında bilgiye sahip olmaları istenirdi. Tıbbi bilginin yaygınlaştırılması aynı zamanda tıbbi normların yaygınlaştırılmasıdır ve bu anlamda modern kamu sağlığı siyaseti, normalleştirilmiş bir toplum inşa eder. Ulusal sağlığın yönetimi yasal temellere oturtulur ve nüfus, tıbbi bilgi aracılığıyla siyasal süreçlerin hem öznesi hem de nesnesi olur. Tıbbın “devlet tıbbı”na dönüşmesiyle nüfus hareketlerine yönelik tıbbi pratik ve tıbbi bilgi standartlaşır.” (Arpacı, s. 80-89)

“Foucault, “biyotarih” ve “biyo-politika” ilişkisi üzerinden değerlendirir. Burada ortak bir alan olarak “biyo”, tarih ile siyasetin kesiştiği yerdir ve siyaset, yaşam temelinde tarih ile bütünleşir. Buradan hareketle Foucault, insanın biyolojik olarak siyasallaşması temelinde modern toplumun inşasını tarihsel çerçevesini çizer.” (Arpacı, s. 89.)

“Tıbbileşme-siyasallaşma şeklinde gelişen bu çifte hareketi iki örnekle somut hale getirebiliriz. Birinci örnek halk sağlığına yönelik politik endişelerin ortaya çıkmasıdır. Batı’da 19.yüzyılın yaşam hareketlerinin siyasallaşması açısından anlamı, bedenlerin ve nüfusun tıbbileştirilmesi, halk sağlığının politik bir endişe kaynağına dönüşmesi ve tıbbi normativitelerinden hareketle sağlıklı toplum yaratma stratejilerinin hayata geçirilmesinin siyasiler tarafından daha öncesinde hiç olmadığı kadar önemsenmesiydi. Özellikle Fransız Devrimi’nden sonra sağlık, bir vatandaşlık hakkına dönüşmüş ve bu yüzyılda nüfusun sağlığı siyasetin gündemine girmiştir.” (Arpacı, s. 94.)

 

 

 

                                                            KAYNAKÇA

 

 

  • Murat ARPACI, “Foucault, Biyopolitika ve Biyotarih: Tarihsel Çalışma Alanları Olarak Tıp, Beden ve Nüfus”, ViraVerita E-Dergi, Sayı 3, s. 80-98. 2016.
  • Roy PORTER, “Kan Revan İçinde Tıbbın Kısa Tarihi”Baskı, İstanbul, 2021.
  • Mary LİNDEMANN, “Erken Modern Avrupa’da Tıp ve Toplum”,Baskı, İstanbul, Şubat 2013.

 


Hakkımızda

Bilimya sitesi, İbni Sina Sağlık Derneği’nin öncülüğünde kurulmuş bir popüler bilim sitesidir. Sitemizde paylaşılmış tüm yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Sitemizdeki hiçbir yazı kaynak belirtmeksizin başka bir platformda paylaşılamaz.



Bizi Takip Edin


@2020 Tüm Hakları Gizlidir.